4 Şubat 2014 Salı

Falling Down – Pieces belong to me


Uzun zamandır yazmıyorum, yazamıyorum. Herkesin hayatında en az birkaç kez yaşadığı bir çöküşün içindeyim çünkü. Bu bahanenin arkasına mı saklanıyorum ? Hayır. Ama hayatı ve kendinizi farklı bir perspektiften incelemeye başladığında, bilinmeyeni, görünür ilizyonun ardındaki asıl gerçeği, kendi içindeki karanlığı, kargaşayı, potansiyeli fark ettiğinde artık dünyaya eskisi gibi bakamaz oluyorsun. İşte geçen yıl hayatımın kırılma dönemlerinden birinde bana tam da bu oldu : Kendimin altında ezilip kaldım.
Bilgi çok ağır bir şey. Dünyadaki insanların bilgiden, bilmekten neden bu kadar çok kaçtıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Bilgi her ne kadar potansiyelde herkesin hakkı gibi görünse de işin aslı sadece benliğimizin sınırı doğrultusundakileri bilme yetimizin bizim için en sağlıklı olanı. Eğer sınırlarını aşmak istiyorsan, bunun çocuk oyuncağı olmadığını fark etmen ve bu ciddiyette olman gerek. Bilmek öyle büyüleyici bir sihir ki, seni tüm sonsuzluğu ile büyülerken seni o okyanusta boğabilme olasılığını gözden kaçıra biliyorsun. Ben de son dönemlerde bu dengenin çok iyi hesaplanması gerektiğini anlamışlardan biriyim. Geçen şubat ayında sonsuzluğu keşfetme adına çıktığım yolculukta yeterince hazırlıklı olamamış olacağımdan ki öğrendiklerim ben daha ne olduğunu anlamadan boyumu aştı ve ben o okyanusun içinde ciddi bir boğulma tehlikesi geçirdim. Ardından o deniz beni öyle bir fırlatıp attı ki, kendime gelebilmem aylar sürdü. Kendimi kurtarmaya çalışırken yuttuğum o suların etkisi hala baki. Bazen gık edip su yüzüne çıkmaya ve benim bu dağılmış, dengesini kaybetmiş benliğimi hatırlatmaya devam ediyor. İçinde bulunduğum bu kapanın, çaresizliğin, mutsuzluğun, cehennemin varlığını bir tokat gibi çarpmaya devam ediyor her saniye.  Asıl acı veren taraf ise, bu cehennemin mimarının benim olmam...
Cümleleri oluşturmak için debelendiğim her an özümle, benliğimle olan bağlantımı ne kadar kaybettiğimi daha iyi hissediyorum. Bu eti tırnaktan ayırırcasına o kadar kötü bir acı ki... Bilmenin kötü yanlarından biri daha sadece.  Ama bu farkındalığın aslında bir tür tedavi olduğunun da bilincindeyim. Bilmenin en acımasız yanı, onu tam kapsayamadığında gözünün yaşına bakmaması. Bu bölük pörçük bilgiler özümde bir bütün oluşturmadığı sürece, ben kendimle bir olmadığım sürece bu acının devam edeceğini biliyorum. İşte bu yüzden aylar sonra tüm endişelerimi, korkularımı bir kenara bırakıp yine kendimle baş başayım. Üzerimde molozların farkına varma ve onları teker teker yok etme zamanı.
Uzun zamandır içimde büyük bir hüzün ve mutsuzluk ile birlikte yaşıyorum. Her ne kadar bunun sebebi olarak materyalist çeşitli sebepler olsa da, asıl durum bu değil. Asıl sebep benliğimin sınırı. Yıllar boyunca bu gün de dahil, birilerine veya bir şeylere özenerek yaşadım. Korkularımız hayatlarımıza ve kendimize egemen oldukça, sahneden seyirci koltuğuna geçtikçe anladım ki insan için asıl ölüm, asıl yok oluş bu. Artık hiçbir şeyi izlemek istemiyorum.  Artık daha fazla ölmek istemiyorum...
Evrenin sonsuzluğu içinde maceralara atılmak, bilgi okyanusunda büyük mücadeleler deneyimlemek isteyen yalnızca ben değilim elbette. Çevremdeki bir kaç insan dışında aslında hiç te yalnız olmadığımı fark etmem öncelikle ‘’Tanrılar Okulu’’ isimli kitap ile başladı. Yazarın sonsuzluğa ve hedeflerine olan yolculukta yaşadıklarını kendi ağzından anlattığı bu roman, aslında bu zamana kadar öğrendiğimiz her şeyi ters yüz edebilecek bilgi ve potansiyele sahip. Kitabı okudukça, kendi hayatınızı bu kitapta bahsedilen öğretinin düzlemi üzerinde incelemeye başladığınızda bizlere önceleri imkansız,masal diye empoze edilen birçok şeyin aslında gerçeğin farklı bir yüzü olduğunu öğrendiğinizde dehşete düşmek işte o zaman başlıyor. Bundan önceki yazımda bu kitaba değindiğimden Tanrılar Okulu üzerinde devam etmeyeceğim. Beni zaten 1 yıl önce nakavt eden bu kitabın ardından son darbeyi de bana sosyal medyada ‘’NebBuch’’ ismiyle bilinen Doğan Çetin oldu. Şuan kendimi ve hissettiklerimi mercek altına yatırdığımdan, kendisi ve teorileri hakkında detaya girmeyeceğim. Tek söyleyebileceğim şey beni başlangıç noktasına geri döndürmeye başaran biri olduğu.
Son günlerde ‘’Massive attack – Angel’’ klibinden güç alarak korkularımın üzerine gitme kararımı verdiğim andan itibaren kendi içimde bir savaş içerisindeyim. Bu beni o kadar hassaslaştırdı ki, bir şey tetiklese de saatlerce ağlayabilsem keşke. İçinde bulunduğum bu ruhsal karışıklığı yine kendi özüm ve tanrıya olan güvenim ile aşabilme inancım sayesinde son zamanlarda çok iyi geri dönüşler aldım ama Cumartesi gecesi art arda geçirdiğim iki şiddettli panik atağı da hala tamamen atlatabilmiş değilim. Yine de şunu anladım ki bir şeyden korkmak o şeyi yaşayıp deneyimlemekten çok daha kötüymüş. Geçirdiğim ataklar sayesinde artık asıl sorunun kendime olan güvensizliğim olduğunu çok daha iyi anladım. Kendimle bir olduğumda yaşadığım bütünlük, bana daha da büyük bir güç ve cesaret verdi. Evet, hala korkuyorum. Ama asla pes etmeyeceğim.
Bu yazım fazlası ile öznel olduğundan size ne kattı, neler katabilir gerçekten bilmiyorum. Ama emin olduğum bir şey var ki o da hepimizin bir şeylerden korktuğu ve bu yüzden çoğu zaman geri çekildiği. Kim bilir, belki de mutsuzluğumuzun asıl kaynağı budur. İstediğin, arzuladığın bir hayat için yapman gerekenin sonunda ölüm bile olsa, vazgeçip sıradanlaşmak ta aslında bir nevi ‘’ölüm’’ olmuyor mu ? Eğer senin de biraz yardıma ve cesarete ihtiyacın varsa, eğer sen de kendini yalnız hissediyorsan, dışarılarda bir şeyler aramak yerine önce kendine bir bak. En dışta muazzam yaratılmış bir beden göreceksin, biraz daha derine indiğinde senin potansiyelin olan bilincin seni bekliyor olacak. Biraz daha ilerlediğinde ise, her şeyi mümkün kılabilen ve ‘’asıl sen’’in orada olduğu özünü keşfetmiş olacaksın. İşte asıl mücadele o zaman başlayacak...