12 Kasım 2014 Çarşamba

Kızılay'ın Homofobi ile uzatmalı ilişkisi

Nasreddin Hoca’nın ‘’Bana damdan düşen birini getirin!’’ sözüyle ne demek istediğini dün tüm gerçekliğiyle anladım, çünkü hayatımda ilk kez bu kadar gerçek ‘homofobik tepki’ ile karşılaştım ve buna maruz kalmanın ne demek olduğunu ilk kez o zaman anladım, karşımda bir devlet kurumu ve etrafımda kan vermeyi bekleyen öğrenci kalabalığı içinde...
Vatandaşlık görevi olarak düşündüğüm kan bağışını şahsım adına gerçekleştirmek için dün okulum olan Özyeğin Üni. Kampüsüne gelen Kızılay Kan Bağış merkezine gitmeye karar verdim. Daha önceleri bu fikrimden birkaç kez vazgeçtim çünkü daha önce hiç kan tahlili yaptırmamıştım ve en ufak bir ihtimal dahi olsa kimsenin hayatı ile oynamak istemiyordum. Nitekim geçen yaz gerek devlet gerek özel kurumlarda Hiv ve Hepatit testleri dahil olmak üzere birçok tahlil yaptırdım ve sonuçların temiz olması sebebiyle bu sefer içimde en ufak bir endişe taşımadan, dahası sonunda bu ödevimi yerine getireceğim için sevinçli bir şekilde Bağış Merkezinin bulunduğu alana gittim.
Prosedürün nasıl işlediğini aşağı yukarı biliyordum fakat Kan Bağış Formunu daha önce hiç görmemiştim. İlk kez dün kan verme başvurum için gittiğimde formu elime aldım ve soruları cevaplamaya başladım. Evet-Hayır gibi oldukça kesin sınırları olan sorular bir süre sonra yerini özel hayatı ilgilendiren cinsel içerikli ve ‘’Daha önce hiç erkek-erkeğe ilişkide bulundunuz mu?’’ile  ‘’Anal ve Oral sekse dair oldukça rahatsız edici ibarelere bıraktı. Dürüst bir şekilde tüm soruları cevapladım çünkü birden fazla yaptırdığım tahlil sonuçları neticesinde içim oldukça rahattı. Formu doldurduktan sonra doktora vermek üzere yanına gittim. Formu göz gezdirdikten sonra erkek-erkeğe ilişkiyle ilgili kutucuğu işaret etti ve ben de sözlü onayladım. Ne zaman olduğunu sordu, ben de sadece 5 yıl önce başımdan böyle bir olay geçtiğini söyledim. Daha sonra formu incelemeye devam etti ve ben doktorun bu durumdan endişelendiğini fark ederek birkaç ay önce birkaç kez test yaptırdığımı ve tüm sonuçlarımın negatif çıktığını anlattım. Sorgulayıcı bir ifadeyle birkaç kez ‘’emin misin ?’’ diye sordu, ben de her seferinde durumu yeniden izah etmeye çalıştım. En sonunda zaman kazanmak için forma biraz daha göz gezdirdi ve parmağınla beni yakınına çağırarak malum kutucuğu işaret etti ve tebessüm ederek bu sebep yüzünden hayatım boyunca kan veremeyeceğimi söyledi. O an şaşkınlıkla ne diyeceğimi bilemedim, omuz silkerek ‘’siz bilirsiniz’’ dedim ve masadan ayrıldım. Açıkçası olayın şaşkınlığını üzerimden hemen atamadım ve bir süre sonra bu şekilde reddedildiğim için rencide olduğumu fark ettim. Akabinde ‘’Belki mantıklı bir açıklaması vardır’’ diye düşünerek bu durumu araştırdım ve tahmin ettiğim gibi durumun yalnızca Homofobik bir tepkiden ibaret olduğunu gördüm. Şahsımın kan verme adayı olarak son derece uygun olduğunu bilmeme rağmen cinsel tercihimin kanımın nakledileceği hastada en ufak bir olumsuz risk olabileceğini kanıtlayan verilere ulaşsaydım eğer, bu olay beni asla yaralamaz. Fakat gerek istatistiki veriler, gerek Kızılay’ın bu konudaki tutumu gösteriyor ki bu apaçık o kutucuğa ‘evet’ denilmesinin onlarda oluşturduğu Homofobik rahatsızlıktan başka bir şey değil.
Kızılay’dan bu tepkiyi almış ilk insanın ben olmadığını biliyorum fakat Kızılay’ın bu tutumuna karşı tepkisiz kalmayı tercih etmedim. Gerek kan ihtiyacı olan insanların geleceği, gerek kan vermeyi düşünenlerin cinsel hayat gibi özel yaşamı ilgilendiren durumlar sebebiyle böylesine insanlık dışı bir tepkiye bir daha maruz kalmaması için Kızılay’ın bu Homofobik tutumu göz ardı edilmemeli ve formdaki sorular hem bağışçı hem nakil bekleyen insanların yaşamı için düzeltilmeli. Dün ben tıbben son derece uygun olan kanımı Kızılay yüzünden ihtiyaç sahibine ulaştıramadım ve bu durum kanıma ihtiyaç halinde yetersizlik yüzünden birisinin hayatına mal olabilir. Bu konuda benim hiçbir suçum olmasa bile vicdanen hala rahat değilken Kızılay denen bu kurumun çalışanlarının içi ne kadar rahat gerçekten çok merak ediyorum.
Kaldı ki ben onlara göre ‘’sakıncalı’’ olarak nitelendiren her türlü ilişkiye defalarca girip tüm sorulara ‘hayır’ yanıtı da verebilirdim. Bu sorulara verilen cevaplardan nasıl bu kadar emin olunabiliyor ? Üstelik alınan kanlar bir dizi testten geçirildikten sonra ihtiyaç sahibine naklediliyor. Kısacası nereden bakılırsa bakılsın, Kızılay’ın bu Homofobik bakış açısının elle tutulur hiç bir yanı yok. Umarım en kısa sürede gerekli düzenlemeler yapılır ve bu sayede her iki taraf için her şeyin en sağlıklısı olur.

28 Mart 2014 Cuma

Chancing Dynamics


 ‘’Yazı yazmak benim tek sığınağım.’’ diye bir cümle okumuştum bir Türkçe paragraf sorusunda. Sanırım bu yıl benim de ender sığınaklarımdan biri oldu bu ‘’yazı yazma’’ eylemi. Gerçi eski yazılarıma bakıyorum da ,gören de her hafta en az bir yazı yayınlıyor sanacak, o zamanki halet-i ruhiyemden olacak ki onlarda daha fazla doluluk hissediyorum. Son yazılarımın ise içi biraz boşmuş gibi geliyor. Çünkü sizlere kendimce kanıtlamaya çalıştığım argümanlar sunamıyorum. Ama bu yazım umarım eski performansıma daha yakın bir yazı olacak. Çünkü son birkaç haftada hayattan çok şey öğrendim. Bunlardan en önemlisi ise : ‘’Kendini kendine saklama’’ saçmalığı.
Hayatınızı şöyle bir gözden geçirin. Geçmiş deneyimlerinizden aklınıza gelenlere yoğunlaşın. Birkaç dakika sonra bu geziden şunu anlayacaksınız ki hayatınız bazı dinamikler üzerine kurulu.  Ve bu dinamikleriniz hayatınızda değişmesini en çok istediğiniz ve istemediklerinizden oluşmakta. Belki de bunun üzerine sorulması gereken soru şu : İnsanın hayatında dinamikleri olmalı mı ?
Bu soru önemli çünkü dinamik demek denge demek. Denge demek hayatta mutlu ya da mutsuz olmak demek ve bu da aslında sizin bu dünyadaki varoluşunuzun en büyük parçası demek. Eğer dinamikleriniz varsa, bu dinamikleri bilinçli bir şekilde kontrol etmek zorundasınız zira farkında olmadığınız bir sürü dengesizlik ileride büyük bir yıkıma yol açabilir. Bu dinamiklerin iyi veya kötü olmasına gerek yok. Hayatınızın dinamiği bir hastalık bile olsa, iyileştiğinizde kendinizi sudan çıkmış balık gibi hissedebilirsiniz.
Hayatımın son dönemlerinde buna benzer bir süreçten geçiyorum. Yaşamımda değişen bir sürü şey oldu ve bunlar üzerine düşündükçe fark ettim ki önemli olan değişimin ne niteliği ne de niceliği.Önemli olan tek
 şey:değişim. Bu değişimler sizi hayatınızda yeniliklere açık olma ile ters orantılı bir şekilde etkiliyor ve zaman zaman zor durumda bırakabiliyor. Hatta öyle bir noktaya geliyorsunuz ki karakteriniz, kişiliğiniz, fikirleriniz, tabularınız, idealleriniz, kısacası sizi siz yapan her şey üzerinizde 500 yıl öncesine ait geleneksel bir elbise varmış gibi içinizde bulunduğunuz bu yeni koşullarda  sırıtmaya başlıyor ve size tek çare olarak kendinizi tekrardan oluşturmayı bırakıyor. ‘’Hayır ben böyle kalıcam!’’ diye diretip savaşmak aklınıza 2. bir seçenek olarak gelmiş olabilir ama unuttuğunuz bir şey var : Aynı kalma adına uğruna savaşmayı göze aldığınız her şey içinizde bulunduğunuz bu yeni durum için bir hiç ve bu da doğal olarak sizi bir hiç yapıyor.
Son birkaç aydır kimsenin deneyimlemeyi istemeyeceği şeyler yaşadım : 2 yıl okuduğum üniversitemi bırakıp tekrar sınavlara hazırlanmak zorunda kalmak gibi. Malum geçen hafta da bu maratonun ilk aşaması YGS-2014 gerçekleşti. Sınavımın beklendiğim gibi geçmemesi üzerine başına bu durum gelmiş her öğrenci gibi demoralize oldum biraz ve soluğu Rehberlik Öğretmenim Serhat Hoca’da aldım. Düşünüyorum da o gün dershanenin asansöründe rehberlik odasının bulunduğu kata gelmeyi beklerken birazdan farkında varacağım birçok şeyden habersiz olan ben meğer ne safmış. O rehberlik odasında ben 1-1.5 saatte o kadar çok şeyin farkına vardım ki… Hem kendimle, hem hayatla ilgiliydi bu farkına vardıklarım. ‘’Nedir bunlar anlatsana ?’’ deseniz çoğunu açıklayamam. Anlatmaya çalıştıklarımı da bu yazı içinde vermeye çalışıyorum. İçinde bulunduğum bunca yenilik karşısında şuanki benliğimin sırıttığını işte ben o odada anladım. Ve dinamiklerimi tekrardan dengeleme adına kendimi törpülemeye karar verdim. Özgüven’in ve kendini dipsiz bir çukurda hissetiğin anda bile asla vazgeçmemen gerektiğini de işte yine o odada anladım. 1.5 saatte o anki yaşamından ufak bir fragman sundu bana Serhat Hoca ve o fragmanla bile beni çok ciddi sarsmayı başardı. Kendi adıma ders almam gereken en önemli iki nokta özgüven ve dışa dönük olma konularıydı. İşte bu yüzden de 2014 model yeni bir ben yaratma adına gerekli çalışmalara başladım ve size şunu söyleyebilirim ki : Bu şey bi harika dostum!
Hayat o kadar ilginç bir illüzyon ki ; çözmeye çalıştıkça sizi kandıran, kendinizi ondan soyutlaştırdıkça sizi de soyutlayan, neye inanıyorsanız sizin gerçekliğinizi o kılan, en önemlisi de  her şeyin anahtarı ondaymış gibi gözükse de aslında sizde olan kusursuz bir platform. Ne yazık ki her oyun gibi bunun da bazı kuralları, cezaları, ödülleri var. Anahtar kelime ise : Esneklik. Mutlu olmanın kilit kelimesi bu bana göre. Tabiki karşıt dinamikleri doğru oturtabilmek koşulu ile.
Herkes gibi ben de korkuyorum içinde bulunduğum bu yeni koşullarda. Bilinçaltımda daha fark edemediğim neler varsa artık son 2 gündür kabus ve karabasan dolu geceler yaşıyorum. Ama fark ettim ki korkmak üzerinde durulması gereken nokta değil. Önemli olan bu basamağı atlatıp kendin adına eylemlerde bulunmaya geçmek ve pes etmemek. Daha da önemlisi dinamikleri doğru şekilde yerine oturtmak için var gücünle harekete geçmek. Çünkü oluşturduğun o dinamik, aslında senin ta kendisi.  

4 Şubat 2014 Salı

Falling Down – Pieces belong to me


Uzun zamandır yazmıyorum, yazamıyorum. Herkesin hayatında en az birkaç kez yaşadığı bir çöküşün içindeyim çünkü. Bu bahanenin arkasına mı saklanıyorum ? Hayır. Ama hayatı ve kendinizi farklı bir perspektiften incelemeye başladığında, bilinmeyeni, görünür ilizyonun ardındaki asıl gerçeği, kendi içindeki karanlığı, kargaşayı, potansiyeli fark ettiğinde artık dünyaya eskisi gibi bakamaz oluyorsun. İşte geçen yıl hayatımın kırılma dönemlerinden birinde bana tam da bu oldu : Kendimin altında ezilip kaldım.
Bilgi çok ağır bir şey. Dünyadaki insanların bilgiden, bilmekten neden bu kadar çok kaçtıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Bilgi her ne kadar potansiyelde herkesin hakkı gibi görünse de işin aslı sadece benliğimizin sınırı doğrultusundakileri bilme yetimizin bizim için en sağlıklı olanı. Eğer sınırlarını aşmak istiyorsan, bunun çocuk oyuncağı olmadığını fark etmen ve bu ciddiyette olman gerek. Bilmek öyle büyüleyici bir sihir ki, seni tüm sonsuzluğu ile büyülerken seni o okyanusta boğabilme olasılığını gözden kaçıra biliyorsun. Ben de son dönemlerde bu dengenin çok iyi hesaplanması gerektiğini anlamışlardan biriyim. Geçen şubat ayında sonsuzluğu keşfetme adına çıktığım yolculukta yeterince hazırlıklı olamamış olacağımdan ki öğrendiklerim ben daha ne olduğunu anlamadan boyumu aştı ve ben o okyanusun içinde ciddi bir boğulma tehlikesi geçirdim. Ardından o deniz beni öyle bir fırlatıp attı ki, kendime gelebilmem aylar sürdü. Kendimi kurtarmaya çalışırken yuttuğum o suların etkisi hala baki. Bazen gık edip su yüzüne çıkmaya ve benim bu dağılmış, dengesini kaybetmiş benliğimi hatırlatmaya devam ediyor. İçinde bulunduğum bu kapanın, çaresizliğin, mutsuzluğun, cehennemin varlığını bir tokat gibi çarpmaya devam ediyor her saniye.  Asıl acı veren taraf ise, bu cehennemin mimarının benim olmam...
Cümleleri oluşturmak için debelendiğim her an özümle, benliğimle olan bağlantımı ne kadar kaybettiğimi daha iyi hissediyorum. Bu eti tırnaktan ayırırcasına o kadar kötü bir acı ki... Bilmenin kötü yanlarından biri daha sadece.  Ama bu farkındalığın aslında bir tür tedavi olduğunun da bilincindeyim. Bilmenin en acımasız yanı, onu tam kapsayamadığında gözünün yaşına bakmaması. Bu bölük pörçük bilgiler özümde bir bütün oluşturmadığı sürece, ben kendimle bir olmadığım sürece bu acının devam edeceğini biliyorum. İşte bu yüzden aylar sonra tüm endişelerimi, korkularımı bir kenara bırakıp yine kendimle baş başayım. Üzerimde molozların farkına varma ve onları teker teker yok etme zamanı.
Uzun zamandır içimde büyük bir hüzün ve mutsuzluk ile birlikte yaşıyorum. Her ne kadar bunun sebebi olarak materyalist çeşitli sebepler olsa da, asıl durum bu değil. Asıl sebep benliğimin sınırı. Yıllar boyunca bu gün de dahil, birilerine veya bir şeylere özenerek yaşadım. Korkularımız hayatlarımıza ve kendimize egemen oldukça, sahneden seyirci koltuğuna geçtikçe anladım ki insan için asıl ölüm, asıl yok oluş bu. Artık hiçbir şeyi izlemek istemiyorum.  Artık daha fazla ölmek istemiyorum...
Evrenin sonsuzluğu içinde maceralara atılmak, bilgi okyanusunda büyük mücadeleler deneyimlemek isteyen yalnızca ben değilim elbette. Çevremdeki bir kaç insan dışında aslında hiç te yalnız olmadığımı fark etmem öncelikle ‘’Tanrılar Okulu’’ isimli kitap ile başladı. Yazarın sonsuzluğa ve hedeflerine olan yolculukta yaşadıklarını kendi ağzından anlattığı bu roman, aslında bu zamana kadar öğrendiğimiz her şeyi ters yüz edebilecek bilgi ve potansiyele sahip. Kitabı okudukça, kendi hayatınızı bu kitapta bahsedilen öğretinin düzlemi üzerinde incelemeye başladığınızda bizlere önceleri imkansız,masal diye empoze edilen birçok şeyin aslında gerçeğin farklı bir yüzü olduğunu öğrendiğinizde dehşete düşmek işte o zaman başlıyor. Bundan önceki yazımda bu kitaba değindiğimden Tanrılar Okulu üzerinde devam etmeyeceğim. Beni zaten 1 yıl önce nakavt eden bu kitabın ardından son darbeyi de bana sosyal medyada ‘’NebBuch’’ ismiyle bilinen Doğan Çetin oldu. Şuan kendimi ve hissettiklerimi mercek altına yatırdığımdan, kendisi ve teorileri hakkında detaya girmeyeceğim. Tek söyleyebileceğim şey beni başlangıç noktasına geri döndürmeye başaran biri olduğu.
Son günlerde ‘’Massive attack – Angel’’ klibinden güç alarak korkularımın üzerine gitme kararımı verdiğim andan itibaren kendi içimde bir savaş içerisindeyim. Bu beni o kadar hassaslaştırdı ki, bir şey tetiklese de saatlerce ağlayabilsem keşke. İçinde bulunduğum bu ruhsal karışıklığı yine kendi özüm ve tanrıya olan güvenim ile aşabilme inancım sayesinde son zamanlarda çok iyi geri dönüşler aldım ama Cumartesi gecesi art arda geçirdiğim iki şiddettli panik atağı da hala tamamen atlatabilmiş değilim. Yine de şunu anladım ki bir şeyden korkmak o şeyi yaşayıp deneyimlemekten çok daha kötüymüş. Geçirdiğim ataklar sayesinde artık asıl sorunun kendime olan güvensizliğim olduğunu çok daha iyi anladım. Kendimle bir olduğumda yaşadığım bütünlük, bana daha da büyük bir güç ve cesaret verdi. Evet, hala korkuyorum. Ama asla pes etmeyeceğim.
Bu yazım fazlası ile öznel olduğundan size ne kattı, neler katabilir gerçekten bilmiyorum. Ama emin olduğum bir şey var ki o da hepimizin bir şeylerden korktuğu ve bu yüzden çoğu zaman geri çekildiği. Kim bilir, belki de mutsuzluğumuzun asıl kaynağı budur. İstediğin, arzuladığın bir hayat için yapman gerekenin sonunda ölüm bile olsa, vazgeçip sıradanlaşmak ta aslında bir nevi ‘’ölüm’’ olmuyor mu ? Eğer senin de biraz yardıma ve cesarete ihtiyacın varsa, eğer sen de kendini yalnız hissediyorsan, dışarılarda bir şeyler aramak yerine önce kendine bir bak. En dışta muazzam yaratılmış bir beden göreceksin, biraz daha derine indiğinde senin potansiyelin olan bilincin seni bekliyor olacak. Biraz daha ilerlediğinde ise, her şeyi mümkün kılabilen ve ‘’asıl sen’’in orada olduğu özünü keşfetmiş olacaksın. İşte asıl mücadele o zaman başlayacak...